16 Ekim 2011

Santa Monica


Dallas’tan ayrılalı 5 gün geçti.Üç günü tren yolunda. Şaire sormuşlar, Dallas’ın en çok neyini seviyorsun, San Antonio’ya gidiş yolunu demiş. St Lois - Los Angeles arasındaki uzun yolun ortasındaki dinlenme yerini Dallas değil San Antonio olarak seçmeliymişim. Tren Dallas’tan ayrıldığı günün gece dokuzunda San Antonio’ya vardı ve 5’e kadar istasyonda bekleyeceğimizi söylediler. Ben de eşyalarımı trende bırakıp San Antonio’yu gezmeye çıktım. 1968 Dünya Fuarı için inşa edilmiş Amerikas kulesine çıktım. John Hankok kulesinden Şikago’nun ışıklarına baktığım gibi San Antonio’nun ışıklarına baktım.

Riverwalk var, nehir yürüyüşü, bir nehirden ziyade caddelerden bağımsız küçük bir su yolu, iki tarafında restoranlar, barlar, binalar var. Küçük bir su şehri havası. San Antonio’nun riverwalk’ında yürüdüm. 12’den sonra trene döndüm. Uyandığımda tren çoktan San Antonio’dan ayrılmıştı. Çölde güneş doğmuştu. Amerika ve Meksika’nın ortaklaşa inşa ettiği bir baraj gördük ve bu baraj gölünün üzerinden geçtik.
Bitmeyen bir çöl manzarasının sakinliği vardı yolda. El Paso’dan çıkınca El Paso ile güneyindeki Meksika şehri Juvarez’i ayıran çitlerin yanından geçti tren. Daha bir hafta önce Detroit’in buz akan nehrinden Kanada’yı seyretmiştim, şimdiyse çölü çizen çitlerin ötesinde Meksika’yı gördüm. Juvarez kötü bir varoş semti gibi duruyordu. Toprağın üzerinde ülkeleri ayıran bu çizgiler hep ilgimi çekti. İlk Şencen’den Honkong’a geçerken gördüm. Bir çizginin iki tarafında aynı bölgenin hatta aynı milletin insanlarının davranışlarındaki farklılık şaşırtmıştı. Sonra Güney Kıbrıs’ın Olimpos Dağlarına karşın 5 ay boyunca nöbet tutunca hep o sanal çizgiye baktım.


İstasyon binası yıkılmış yerlerde bile durdu tren. Sadece 10-20 tane evin olduğu. Çölün ortasında trenden inip yürüdüm böylece. Temiz havayı soludum.

Trende gözlem odası, alt katında bir kafe ve de ayrıca yemek vagonu vardı. Bir öğlen yemeğini yemekli vagonda yedim. Zaman zaman gözlem vagonuna gidip oturdum. Özellikle gün batımı vaktinde. Akşam vaktinin karanlığının çöküşünü sıkılmadan izledim.

Şimdi Los Angeles’dayım iki gündür. Yoksa üç mü? Dün denk geldi, buradaki arkadaşlarımla buluşup Las Vegas’a gittik. Vegas git gel 10 saat. Bir arkadaşın Las Vegas havalimanından uçağı vardı onu uğurladık. Dönüşte strip denilen çölün ortasındaki ışık cümbüşü caddede bir tur attık. Dünyada ne hayatlar var değil mi?
Bugün akşam Holivud caddesini ve çevresini son bir gayretle gezdikten sonra 704 numaralı otobüsle Santa Monica’ya döndüm. Araç trafiğine kapalı üçüncü caddede insanların arasında yürüdüm. Yalnız hissettim. İstiklal Caddesi’nde hiç bir zaman olmayacak bir yalnızlık. Tek başıma burada yürüyüşüm anlamsız göründü.
Yarın belki Los Angeles şehir merkezine giderim. Buranın en büyük üniversitesini gezmeyi düşünüyorum bir de. Küçük ve dost canlısı İran lokantasında pelu-kebap da yerim sekiz dolara, belki lokanta sahibinin İran Azerisi eşiyle sohbet de ederim. Doğru, o küçük lokanta işletmecisi özlem dolu gözlerle İstanbul’a selam söyle demişti.
Ben şimdi çantama onun selamını da koyup İstanbul’a gitmek istiyorum. Yolda olmak güzel ama, yolda olduğun duygusunu veren, referans aldığın, yolun sonunda döneceğin bir yer olması, hayatın akışına rağmen bir yerde durman, o yerde seni seven insanların olması daha güzel. O yerin İstanbul olması hepsinden güzel.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

sensizlikte

  geleceğin en karanlık olduğu bir yerde bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm bir dalganın denize vurması gibi yüz...