20 Aralık 2021

sensizlikte

 

geleceğin en karanlık olduğu bir yerde

bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm

bir dalganın denize vurması gibi yüzüyor ellerim üzerinde

nefesin akşam rüzgarı gibi esiyor

ellerim saçlarının ormanında dolanıyor düşmemek için

kadife bir dağa tırmanırken bütün benliğim

ateşin en sıcak ve karanlık olduğu yerde

beni bu anlamsız karanlıktan çekip alan sensin

özgürlüğü su gibi kıvrılan yerlerinden içen benim

uçup giden bir kuş gözlerinde gördüğüm



yine bir gece bir boşluğa uyansam

ellerimden tutarsın bilirim

özgürlük kadar uzak da olsan

hiç gelmeyen gelecek ve ellerimiz bir kördüğüm

geleceğin en karanlık olduğu bu gecede

içimden geçen sensin bütün geçip giden gecelerimizle 


                   yunus erdem öre, 2017, elazığ cezaevi

31 Ekim 2018

gökyüzünün uzaklığı




sana bildiklerimi anlatmak istiyorum oğlum,
hayat ve kadınlar hakkında
bir de senin hakkında
hayat hapisten gözüken gökyüzü kadar uzakken onu anlarsın
kadınlarsa dünyanın en güzel şeyidir seni anlarsa
seni anlar ve severse ve hapisteyken annen gibi beklerse kapılarda
sen oğlum hayat hakkında bildiğim tek şeysin aslında
hayat bir gökyüzü kadar uzaklaşırken benden
benim için kuşların, kedilerin, köpeklerin peşinden koşarsın sen
üç yaşında bir çocuk gibi değil, yaşamaya muhtaç bir adam gibi
heyecanlanıyorsun her şeyden
sen oğlum, babaannenin sana her gün gösterdiği fotoğrafıma ilk “baba”yı söylerken
seni duyamıyorum, seni göremiyorum, bu giderek uzaklaşan gökyüzünden
hayat, bilemiyorum oğlum, sen ben ve annen
çıktığımız bir yaz yolculuğunun sıcaklığıdır içimde.
en son açık görüşte kulağına fısıldıyorum
canım oğlum sakın anneni üzme
hayat oğlum senin en son sarılışın üzerimde
“bye” demeyi öğrenmişsin kreşe giderken
sana “bye” diyorum açık görüş bittiğinde ve ağlıyorsun her şeyi anlıyorsun küçük yüreğinde
hayat, oğlum hayat bazen ayrılmaktır böyle sakın üzülme
sen ben ve annen yine düşeceğiz yollara
güzel yerlere gideceğiz beraber, belki bu sefer bir ege kıyısına
gökyüzü ellerimi uzattığımda tutacak gibi yakın olacak yine
ve bu sefer “baba” dediğinde
ben de duyacağım seni kuşlar, kediler, köpeklerle
hayat oğlum hayat mutlaka kavuşmaktır sevdiklerinle sakın üzülme





yunus erdem öre, kasım 2017, elazığ cezaevi

14 Mart 2013

Yabancı Dil


Uzak bir ülkede yaşıyorum bazen
Çünkü çok kelimeler biriktirdim sizden habersiz
Bakmayın aynı sokakları yürüdüğüme aynı hayatı sürdüğüme
İçinde el ele gezdiğim şehirler biriktirdim ben


Uzak bir ülkede yaşıyorum bazen
Fiil çekimlerimle başka dillerde
Çoğu mişli geçmiş zaman kadar karışık
Duygular içindeyim ben


yunus erdem, Nisan 2013, Darfur

18 Ocak 2013

Polis Koleji



2012 yılında Kolej öğrencilerinin profesyonelce hazırladığı bu yazıya ilham müzik klibi.



Ankara'ya annem ve yengemle geldim. Ulus'tan dolmuşa bindik. İstanbul Yolu olduğunu sonradan öğrendiğim yolun bir yerinde durduk. Hafif bir bayır vardı. Oradan çıktık. Annem oğlum okul işte burası biraz gezelim, bir kahvaltı felan yapalım istersen dedi. Şimdi düşünüyorum da 30 küsür yaşında yani benim yaşlarımda bir dul kadınmış o zaman. İki çocuğundan büyüğünü hiç istemese de resmi yatılı okula bırakmak için Ankara'ya gelen yalnız bir kadın.

Yok dedim bütün bunlardan habersiz. Yeni okulumun içine girmek için sabırsızlanıyordum. İsmimi sordular, kimlik kartımı aldılar. İçeri girdim. Annem tren Ankara'ya varalı daha bir saat bile olmamışken ilk defa gördüğü Polis Koleji'nin kapısından bana bakıyordu. Beni o esnada gelenlerle beraber bir sıraya koydular. Neticede resmi okul. Bugün bile bilmiyorum 15 yaşındaki oğlunu okulun bahçesinde tek sıra sıranın arkasında görünce annemin yüreğinden neler geçmiştir. Rahmetli deniz astsubayı babam geçmiştir mutlaka. Yanında onu aramıştır mutlaka. Ankara'da bir Eylül sabahı idi. 1995 yılı idi. O zaman 1995 yılı sanki tarihin sonu gibiydi bana.

Bizi okul binasından içeri aldılar ardından. Annem ondan sonra ne yaptı, nereye gitti bilmiyorum. Kaç gün sonra İstanbul'a döndü onu da hatırlamıyorum. Sanırım 2 ay sonra bir hafta sonu geldi beni görmeye. Ankara'da beraber gezdik onunla. Şimdi artık üzerinden 17 sene geçmiş o haftasonunda ne yaptık bilmiyorum.
Ancak yılbaşında geri dönmek mümkün oldu İstanbul'a. Aşti denilen şeyle o zaman tanışmıştım. Harici kıyafetlerimi çıkarmadan gitmiştim o yolu. Anneme göstermek için. 403 otobüslerle, dağıtılan kekle ve çayla mola yerlerinin soğuk havasıyla da o zaman tanışmıştım.

Şimdi geriye bakınca bölük pörçük anılardan ibaret o günler ne kadar da güzeldi oysa. El yordamıyla benliğimizi aradığımız zamanlardı. Annemi geride bıraktığım gün sonraki sekiz yılımı ve sonrasını da geçireceğim insanlarla dostlarla tanıştım. Şimdi çoğu çoluk çocuğa karışmış çocukluk arkadaşlarının değeri o günlerden geliyor. Bir plastik bardakta çay içmek için 10 dakika sırada beklediğin ilk gençlik arkadaşları, sonra kafeteryanın soğuk bir köşesinde oturup bir içtima ya da etüt saatine kadar bir şeyler konuştuğumuz arkadaşlar. Camların dışarısında doksanlı yılların Ankara'sı ve soğuğu.

Hani diyor ya şarkıda eski dostlar, işte o hesap. Şimdi neredeyse hiç görüşmediğimiz görüşemediğimiz bu insanlar çıkıp gelse sanki o Ankara soğuğunda iki üç plastik bardakla yaşadığımız tatlı çay vakti olacak yeniden. Hani deniyor ya çocuk şarkısında gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür, ayrı düşsek de o dostlar bizim dostlarımız.

Benliğimizi el yordamıyla aradığımız zamanlardı evet. Daha hazırlık sınıfında iken ara sıra akşamları bir spor takımının kaptanı gelir şu takıma katılmak isteyen var mı der isimlerimizi alır şu gün seçmeler var derdi. Yani bir akşam bir voleybolcu olurdum, bir akşam güreşçi. Voleybol takımının antrenörü Ülvi komserim beni elemişti. Dünyanın sonu değil ya ben de atletizmci oldum, ondan elenecek bir şey yok, sadece koşuyorsun. Ki babam da oryantiringçi idi zaten.

Kolejimizin dergisi de vardı, gazetesi de. Ben her ikisine de meraklı idim.

Ama bütün bunların ötesinde hafta sonlarında yapacak bir şey olmadığından her filme giderdik. O zamanlar alışveriş merkezleri yoktu. Gima is a supermarket vardı sadece daha ortaokul kitaplarından tanıştığımız. Her sinemanın gösterimleri de tamı tamına bir birine benzemezdi. Sonra ben ve birkaç arkadaş kitapçıları gezerdik. Dost kitabevi vardı, alkım vardı sanırım. Daha hazırlık sınıfında neredeyse bütün klasikleri bitirmiştim. Cemil Meriç gibi boyumuzu aşan şeyler de okuyorduk. Belki de o çay aralarında bu kitaplardan konuşuyorduk.

Perşembe Cuma akşamları tiyatroya giderdik. Öyle broşürden felan bakıp bilet almazdık. Tiyatro sorumlusu akşam etüdünün orta yerinde sınıfa girer önümüzdeki hafta/ay şu şu tiyatrolar var isteyenler ismini yazdırsın derdi. Kimin oynadığını konusunun ne olduğunu çoğun gidince öğrenirdik.
Her yerinde herkesin anılarının biriktiği ve çoğumuzun ailesinden ayrı ilk yalnızlıklarını biriktirdiği okul Polis Koleji. Yatakhanelerinden demir parmaklıkların dibindeki bir banka kadar hiçbir yerini boş geçmediğimiz her noktasında bir yaşantımızın olduğu bir yer. İkindi vaktinin sessiz sakinliğini orada sevmeye başladım mesela. Haftasonu evciler yokken ıssız yatakhane binasında oturuyordum. Peyami Safa'nın bir kitabını bitirirken farkettim güneşin binadan içeriye süzüldüğünü. İlk o zamandı okumayla geçirilmiş günün ikindisinde duyduğum hazzı farketmem. Akşamları sınıflar katından Atatürk Orman Çiftliği'nin karanlığına bakıp denize benzetişim de o zamandı.

Bizi 15 yaşında Anadolu'nun her yerinden gelmiş çocukları alıp 19 yaşında hayatının baharında artık el yordamıyla kendini az çok bulmuş bireyler olarak bırakan bir okul değil sadece burası. Annemi geride bıraktığım, çocukluğumu geride bıraktığım, bütün meslekleri ve olasılıkları geride bıraktığım, sadece kitaplarla ve o okulun dört duvarındaki yeni hayatımın arkadaşlarıyla kalakaldığım, bizi hepimizi Ankara'lı yapan okul burası. Sadece bir okul değil yani. Dostları, kitapları ve bir bardak çayın kıymetini öğrendiğimiz yer.
Sonra son kez o bayırdan İstanbul Yoluna doğru inerken 4 yıl sonra, geriye dönüp baktım. Polis Koleji'nin geride kaldığını biliyordum. Annem dedi, Ankara'ya taşınıyorum. Bir 4 yıl daha ayrı kalamam senden.


19 Haziran 2012

Fora Baranga




Sadece bilmek zorunda kalanların bildiği yerlerden Fora Baranga. Darfur eyaletinin batısında Ege Denizine bükülen Foça gibi, Çad sınırlarının içine bükülmüş bir çizgi. Ufka doğru gördüğün mavi deniz değil Çad tarafında kalmış koyu renkli dağlar. Üç tarafı Çad dağları ile çevrili Vadi Azum'un komşusu bir kaç onbin kişilik yer Fora Baranga.
Vadi Azum geniş bir nehir yatağı. Nil kadar geniş. Çad dağlarından Darfur'un içine doğru kıvrılan, daha çok bir kumsalı andıran çizgi. Ancak içinde yılın büyük bir zamanı tek damla su yok. İlk geldiğimde burası tamamen su dolacak dediklerinde inanamadım. Şimdi yağmur sezonunun başlarındayız. Haziran, Temmuz ayları yağmur sezonu. Önce habub denilen hortum gibi rüzgar esiyor dönerek ve herşeyi toz içinde bırakıp ilerleyerek. Sonra dehşetli bir yağmur. İnsanı binaların içinde bile ürpertiye düşüren, 10 metre ilerdeki tuvaletlere gitmeyi engelleyen bir yağmur. 4- 5 saat gibi yağdıktan sonra ya duruyor ya da çiseleyerek son buluyor.

Vadi Azum'un üzerinde köprü yok. Köprüler yaptırdım gelip geçmeye diye bir türkü de yoktur burada. Kurak zamanlarda arazi araçları öndeki aracın izinde gidiyor ve geçiyor bir şekilde. Bu genişliği yer yer 1000 metreyi geçen nehir yatağında araçların kuma battığı da oluyor. O zaman tüm konvoy duruyor. Vadi'nin öbür tarafındaki köylere ulaşmaya çalıştığımız zamanlarda. Konvoy durduğunda araçtan iniyorum. Bu, sadece burada olmak zorunda olanların bildiği bu kumsalda yürüyorum. Patinaj çeken araçların gürültüsünü kısıyorum zihnimde. Sadece hafif bir rüzgar sesi. Uzaktan dört çarpı dört çeker eşekleriyle Fora Baranga pazarına giden köylüler vadiyi geçiyor. Onlarınki kuma saplanmıyor evet. Hafif bir rüzgar sesi sadece. Buz tutmuş Songhua nehrini yürüyerek geçerken Harbin'de duyduğum heyecanı duyuyorum bu kuru nehirde.
Foro Baranga pazarını sadece 50-100 kilometre uzaklıklardan gelen, Vadi Azum'u geçen köylüler doldurmuyor. Foro Baranga'yı Foro Baranga yapan sınır ticareti olsa gerek. Zaten domates ve soğan dışındaki çin malı ürünler ve kumaşlar ve diğer bir çok şey Çad'dan geliyor gibi. Pazarda ortak dil Arapça. Ancak kriz zamanında Çad'a ve Central Afrika'ya kaçanların ve aileleri oralarda kalmışların ve ticaret yapanların Fransızca konuştuğu da oluyor.
Foro Baranga pazarı tahmin ettiğimden çok büyük. Aslında bir çarşı ve yanına ayrıca pazar da kuruluyor. Kumaşçılar, Çin işi ucuz terlikçiler ki buranın en iyi ayakkabısı, mangocular muzcular soğan dometesçiler, ekmekçiler, cep telefoncular, leğenciler, güğümcüler, açık yemek yağı vs satanlar hepsi ayrı yerlerde toplanmış. Foro Baranga'nın Fora Baranga'ya giden stabilize bir yolunun bile olmamasından başka diğer bir sorunu elektrik, su ve kanalizasyon şebekesinin olmaması. Dolayısıyla Foro Baranga çarşısı toprak yolların iki tarafına dizilmiş tek katlı binalardan müteşekkil. Kimse çöp toplamadığı için çöpler yolun ortasına atılıyor. Ama herşeye rağmen ben bu çarşının canlılığını seviyorum. Herşeye rağmen kadınların bir yandan çocuklarına bakıp bir yandan meyve sebze sattığı ve herkesin bir şeyler alma telaşında dolandığı yaşam dolu bir yer.
Krizden dolayı insanlar kırsal alanlarda kalamadığı için hep şehir ve kasaba merkezlerinin çevresine yerleşmiş. Bu yüzden büyük bir su sorunu var. Merkezi yerlerdeki kısıtlı su yeni gelenlere yetmiyor. İnsanlar eski köylerine de dönmeye korkuyor, dönmek istemiyor. Buralara göç edenler çalı çırpıdan yapılmış çadırımsı evlerin içinde kalıyorlar. Bahçelerinin etrafını da çalı çırpı ile çeviriyorlar. Elektrik ve suyun olmadığı, kurak bir arazinin ortasında nasıl yaşıyorlar anlamam mümkün değil. Darfur genelinde bu şekilde yerlerinden olmuş ve hiçbir şeyi olmayan 1 milyondan fazla insan var.

Bazen Vadi Azum'un ötesine gittiğimizde köylülerle konuşuyoruz. Suyunuz var mı diye sorduğum köyün şeyhi, var diye cevaplıyor. Nereden dediğimde Vadi Azum'dan diyor. 30 kilometre uzaklıktaki kurumuş nehir yatağındaki kuyudan çıkarttığı suyu eşek sırtında getiren bu köyün şeyhi suyum var diye düşünüyor. Merak ettim kim suyum yok der diye. Merakımı Vadi Azum'un 50 kilometre ötesindeki bir köyde giderdim. Suları yokmuş. Vadi Azum'dan su getiriyorlarmış.

Bizim kaldığımız yer tüm bunların uzağında, Fora Baranga merkezin bir iki kilometre uzağında. Kaldığımız üssün dış çevresinde yere sevrilmiş kıvrım kıvrım dolanan dikenli teller var. Dikenli tel çemberinin 10 metre kadar içerisinde büyük kum torbası küplerinden yapılmış güvenlik duvar var. Yüksekliği iki metre genişliği en az bir metre. Her köşede ağır silahların olduğu nöbetçi kuleleri var. Üssümüz yaklaşık 400 kişilik Burkina Faso askeri birliğince korunuyor.
Burkina Faso'lular tanıdığım en nazik insanlar. Fransızlardan bağımsızlıklarını kazanan diğer ülkeler gibi Fransızca konuşuyorlar. Gördüğüm her asker Bonjour'u Bonsoir'ı hiç eksik etmiyor. Mutlaka gülümsüyorlar. Burkina Faso'ya bakıyorum internetten. Güler yüzlü insanların ülkesi neresi diye. Dünyanın az gelişmişlikte sondan üçüncü ülkesi. Ama kocaman kalpleri olan ülkeler sıralamasında birinci ülke.
Hasan kafeteryamızın aşçısı. Sivil hayatında aşçı mıydın diyorum? Değilmiş. Bir gün ufak bir ziyafet verildiğiğinde koyun kesebildiği için ızgarayı o yapmış. Komutan sen bundan sonra Kafeteryada çalış demiş. Her gün bir koyun kesiyor Hasan. Akşamları Çad'daki dağlardan gelen rüzgarın eşliğinde ızgaramızı yiyoruz. Ama sadece ızgara. Çünkü Hasan et pişirmekten başka sadece pilav yapmayı biliyor. Bulaşıkları da Hasan yıkıyor. Kafeteryayı da o yıkıyor. Yorulmuyor musun diyorum. Komutan bana güvenip görev verdiği için mutluyum diyor.
Kafeteryada 50 paundluk (10 dolar) değil 5 paundluk telefon kartları satılıyor. Askerler için 50 paund büyük bir rakam. Hasan ailesini haftada iki gün arıyor. Çarşamba günleri 5 paundluk kart alıp 5 dakika görüşüyor çocukları ile. Cuma günleri 5 paundluk kart alıp eşiyle konuşuyor. İki ay kaldı diyor gitmeme. 10 aydır buradaymış. Ama bazen onları düşünmekten gece üçe kadar uyuyamıyorum diyor.

Çalışma masası arıyorum kendime. Konteynırdan yapma odamda Arapça çalışmak için. Fora Baranga çarşısında bana elinde el arabası ile eşlik eden çocukların da yardımıyla arıyorum ama bulabildiğim sadece küçük plastik yemek masalarından. Yanımda küçük bir çocuk dolaşıyor çünkü çarşı girişinde yaşları 10 civarında değişen bir sürü çocuk üşüşüyor. Doğru bir şey mi yanlış bir şey mi bilemiyorum ama o karmaşadan yanımda bir çocukla çıkıyorum hep. Çarşıda aradığım şeyleri bulmama yardımcı oluyorlar hem. 5 paund veriyorum. Çalışma masasını 10 gün kadar bulamadıktan sonra Burkina Faso askeri iş atolyelerinden birinin marangozhane olduğunu öğreniyorum. İki marnagoz çocukla konuşuyorum. Ne kadar büyüklükte nasıl bir masaya ihtiyacım olduğunu anlatıyorum. Herşey tamam tek eksik komutanlarının izni. Komutanları “pas de problem” diyor. Sorun yok. Şimdi bu yazıyı da iki Burkina Faso askerinin Fora Baranda'da benim siparişim üzerine yaptığı çalışma masasında yazıyorum. Tamamen bana özel bir çalışma masası. Bu masa beni Fora baranga'ya bağlayan en büyük bağ çünkü giderken helikoptere koymak imkansız. O yüzden buradaki kısıtlı zamanımda bu çalışma masasının hakkını vermeye çalışıyorum. Arapça çalışıyorum. Yeni kelimeler deniyorum. Onları yeni öğrendiğim kuralların içinde kullanıyorum. Çalışma masam, Amazon'dan söylediğim Arapça kitaplarım ve ben beraber iyi vakit geçiriyoruz.

Gün batımına doğru, çünkü gün vakti sıcaktan imkansız, üssün çevresini çevreleyen yassı dikenli teller ile kumdan duvarlar arasındaki ara alanda koşuyorum. Bu yere serilmiş teller belime ancak geliyor ve manzarayı kapatmıyor. Uzakta dağlar ve Foro Baranga var. Bir tarafta ise tek tük ağaçlarla bozulmuş ova manzarası. Büyük bir sessizlikte kendimi dinliyorum. Bir tarafran yeni Arapça kelimeleri tekrarlıyorum. Bir akşam yine böyle koşarken gördüğüm bir manzara ise aklımdan çıkmıyor. Hangi ülkenin üstüne battığı belli olmayan güneşin doldurduğu doğa manzarası değil aklımdan çıkmayan, burayı anlatan insan manzaralarından biri sadece.

Bir kadın vardı. Eşşeği az ilerde duruyor. Yerde yatan dikenli tellerin yanında yere kadar eğilmiş. Orağa benzer bir demir çubuk ile tellerin benim tarafımda askeri bölgede kalan sararmış otları çekmeye çalışıyordu.

04 Nisan 2012

El Jenine'de Akşam Oldu


El Faşer'de nereli olduğunu bilmediğim bir yabancıdan duydum: “ Darfur'da çalışan tek şey eşşekler ve kadınlar.” Aşağılayıcı bir söz ancak Darfurlu kadınların içinde bulunduğu durumu anlatan bir yönü var. Buranın kadınları en ağır işlerde çalışıyorlar, proletarya devriminin Çinli kadınlara hediyesi inşaat işçiliğini buranın kadınları da yapıyor, harç karıyor, tuğla taşıyorlar. Ancak buranın kadınlarının bir devrim eşitliği gördüğü yok. Hoş, kimsenin bir eşitlik gördüğü de yok dünyada. Darfurlu kadınların tek gördükleri yıllar süren çatışmanın getirdiği acılar ve tecavüzler. Odun toplamaya giderken tecavüze uğruyorlar. Odun toplamak da kadınların görevi. Su taşımak da. Odun topluyorlar çünkü yemek yapmak için odun toplamak zorundalar. Odun bohçalarını ve su bidonlarınıysa en azından kendileri sırtlanmıyor, eşşekle taşıyorlar.

Yine de dışarıdan yadırgamak, aşağılayıcı sözler söylemek çok doğru değil. Belki de küçük çocuklar çocuk askerlere döndüğünden, geride işleri yapmak kadınlara düşmüş. Hayatın zorluğundan demek açıklayıcı mı? Bir köşede radyo dinleyip siyaset konuşan erkekler ne olacak? Sadece uzaktan suçlama kolaylığındansa zihni konforumuzu bozup acıları anlamalı ve acılarına ortak olmak daha yerinde olur.


El Faşer'de şehrin bir çok yerinde eşşekle bir şeyler taşıyan kadınlar görmüştüm ama hep belli bir mesafeden, en fazla gelip geçen bir aracın penceresinden. Ancak bir gün arkadaşımla ritüelin dışına çıkıp kendi başımıza dolaşmaya karar verince, daha kapıdan çıkar çıkmaz 4-5 eşek üzerinde 4-5 kız çocuğu etrafımızı sardı. Henüz evin önündeydik ve hadisenin gerçek dışılığından ne yapacağımızı şaşırdık. Yaşları 10 ile 15 arasında değişiyordu. Eşeğin iki yakasına iplerle salınmış su bidonları vardı ve bize yüksek sesle “water, water” diyorlardı. Su mu satmak istiyorlardı, evimizin deposundan su mu almak istiyorlardı anlayamadım. Yüzlerinde çocuksu bir gülümseme vardı hepsinin. İlk şaşkınlığı attıktan sonra, evin kapısının önünde eşşek süren kız çocuklarınca basılmış olmanın garipliğinden kaçmak için ileri doğru yürümeye yeltendik ama onlar da peşimizden geldi. Belki de artık ne su satmak için ne su almak için, sadece yüzümüzdeki çaresiz ifadeyi görmek için. Evimizin bekçisi ile konuşmasını söyledim onlara el işaretleri ile, o da kapıya çıkmıştı çünkü, bizi unutmalarını umarak. Ama daha 20 metre uzaklaşmamıştık ki tekrar yanımıza geldiler. Maya maya dediler, su demek. Sanırım bu bir bulmaca kelimesiydi. Sonra water water dediler. Ben baktım olmayacak Allah Kerim dedim. Durdular. İçlerinden yaşça büyük olanı anlamlandıramadığım bir şekilde baktı. Sonra eşşeklerini başka bir yere sürüp uzaklaştılar.

Bizi minübüsüyle El Faşer'in her yerine götüren Muhammed'den öğrenmiştim Allah Kerim'i. Bir yerde durduğumuzda bir şeyler dilenen yaşlı kadına demişti. O da gitmişti. Sonra sonra anladım, burada en ısrarcı dilenci bile Allah Kerim deyince, onun Kerim'liğine karşı çıkmak olmasın diye susuyordu, en azından eski zamanlarda ve şimdiyse bir edeb-i muaşeret olarak.
O eşşeğinde taşıdığı bidonlarla su ticareti yapan kız çocuğunun bakışı, water'dan başka ecnebi dili bilmediğinden, beni neden dilenci yerine koyuyorsun bakışı olsa gerekti.
Dünyayı en iyi ayaklarının üstünde farkedebiliyorsun, yani çıkıp yürüyeceksin, toplu taşıma araçları kullanacaksın, ara sokaklara gireceksin. Al Faşer sıcağında bunalmış ben ve arkadaşımın farkettiği şeyse ne bir yerel kahvehane ne bir ara sokak, bir dört yıldızlı oteldi. Nor Alayman Oteli. Gerçi önünden gelip geçiyorduk ve orada bir otel olduğu yazıyordu ama sıcağın altında daha net gördük.
Otelin buradaki tüm evler gibi yüksek duvarlı bahçesine girince Al Faşer'in tozu toprağını geride bıraktık. İki yanımızda uzanan çimlerden resepsiyona girdik, sonraları Al Faşer'den görevlendirileceğimiz yere aktarma yaparken uçağımız bir sonraki güne atarsa kalmamız gerekir diye odaları gezik fiyat aldık. Gayet güzel ve temiz odalar. Jeneratör ve su deposu da var. Geceliği 220 paund (44 dolar). Sabah kahvaltısını sorarken kendimizi restoranda bulduk. 20 paund'a çok güzel bir pizza yedim. Yanına 10 paunda taze sıkılmış portakal suyu. Restoran sessiz ve temizdi. Klimaların soğuğunda büyük ekran tv'de dönen arapça klipleri izleyerek yorgunluğumuzu attık. Burayı bu kadar geç farkettiğimize çok üzüldük.

Dışarı çıktığımızda akşam çoktan şehrin üstüne çökmüştü. Tentelerden ve bezlerden yapılmış küçük çay bahçelerinin yanından geçtik. Akşam serinliğinde sahil gezmesine çıkan insanlardan farkları yoktu aslında. Bu bizim Al Faşer'deki son akşamımızdı. Çünkü artık Darfur haritasında elimi nereye koyacağımı biliyordum. Fora Baranga Batı Darfur bölgesinin batısında, Çad sınırında bir nokta işte. Ama Batı Darfur bölgesi emrine (Sector West) girdiğimizden önce Batı Darfur eyaletinin merkez vilayeti El Jenine'ye (El Geneina) gitmemiz gerekiyordu.
Son akşamın serinliğinde yürürken küçük bir çocuk ellerini uzatıp para istedi. En fazla 5 yaşındaydı. Allah Kerim dedim. Karanlıkta parlayan gözlerine dişleri eklendi ve gülerek Allah Kerim diye cevapladı. Sonra onun önünde bizim arkamızda kalan yaşlı kadının yanına koştu. El Faşer'den ayrılalı iki gün oldu. Şimdi El Jenine'de akşam vakti ve bu sözü kendime tekrar etmek istiyorum. Allah Kerim.

22 Mart 2012

El Faşer


19000 askeri 6000 polisi 3000 lokal çalışanı ve yıllık yaklaşık 1.7 milyar dolar bütçesiyle tarihin en büyük barış operasyonunun bir parçası olmak üzere Darfur Eyaletinin merkez vilayeti El Faşer'deyim.

Osmanlı'nın 300 yıldan fazla sulhla yönettiği eski zaman topraklarındayım. Buranın çarşısı ile Kaşgar'ın çarşısı aynı kültürün bir parçasıydı. El Faşer'in çarşısını gördüm. Birkaç arkadaşla beraber Muahmmed'in minübüsünde, minübüsten inmeden yaptığımız küçük bir şehir merkezi turunda. İşgalleri ve karışıklıkları çıkartıp onun içindeki eski çarşıya baktım. Bana yabancı gelmedi.
El Faşer'in merkezinde El Faşer Gölü var. Ama kurak sezon olduğundan bir damla su yoktu. Suyu olmayan göl etrafında çay bahçeleri var. Belki toz toprak içinde, belki biraz düzensiz, ama yine de insanlar göle bakıp çay içiyorlar. Biraz ilerde karmaşayı andıran çarşıda insan kalabalığı alışveriş derdinde.
Bize burada çalışan Türkler ev kiralamış. 8 arkadaş 4 odalı tek katlı villamsı evde aylığı 1400 dolara kalıyoruz. Zaten sadece bir ay kalacağız. Buradaki işimiz bitince yeniden dağıtıma tabiyiz çünkü. Yoksa Super Kamp denilen, havalimanı yanındaki BM'ye ait bölgede çadırlarda kalmak gerekecekti. Havalimanı El Faşer'in hemen dışında kuvvetle muhtemel Darfur'daki geriye kalan üç havalimanı ile beraber UN tarafından inşa edilmiş.
El Faşer'in dışında El Faşer'dekinden daha büyük ama yine de küçük bir şehir oluşmuş. UN Super Kamp'ın hemen dışındaki evler UN'de çalışanlara kiralanmak için Sudan'lı girişimcilerce inşa edilmiş. Çoğunun önünde UN tarafından tahsis edilmiş arazi araçları park ediyor. Bizim evimiz de o evlerden biri. Ama bizim henüz araçlarımız yok. Buradaki işlemlerimizden biri de arazi araçları ile imtihana tabi tutulmak zaten.
Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili. Üstü de dikenli tellerle kaplı. Bu buradaki çalışanlar için bir BM standardı. Aksi taktirde o evde oturmanıza güvenlik gerekçesi ile izin verilmiyor. Dört duvarın çevirdiği avlumuzda Mustafa yatıyor. O bizim güvenlikçimiz. Ayda 70 dolara çalışıyor. Sabahları çıkarken Sabah-ül Hayr diyorum. Hayırlı sabahlar. Sabah-ül Nur diye cevap veriyor. Aydınlık (nurlu) bir sabah olsun.
Avlumuzda çöl çiçekleri de var. Renk renk ve bahçıvan eli değmemiş.
Bizi UN Super Kamp'a Muhammed günde 75 Sudan Paunduna anlaştığımız minübüsüyle götürüyor. Aslında elbette UN araçları var ancak yeni gelenlerin UN Super Kamp dışında kalması yasak olduğu için o konuya girmiyoruz. Muhammed'le iyi kötü İngilizce kelime dağarcığı ile anlaşıyoruz. Good, Bad, Go, Stop. Şimdi işte Arapça bilmemenin acısını çok derinden hissediyorum. Pratik sıkıntılardan değil, Muhammed'le ağız tadıyla sohbet etme fırsatını kaçırdığım için.

Bizi eğitim diye on yıllarca tahta sıralarda oturttular, öğrendiğim bir iki dil varsa onu da kendim öğrendim.
Sonra aflarla dönüp yeniden başladığım hiç bitmeyen tezimi yine bitirmeyip Arapça'ya mı yoğunlaşsam dedim. Bilemiyorum. Buna El Faşer'deki bürokratik işlemlerim ve vermiş olmak için verilen o hizmetiçi eğitimlerim bittikten sonra gönderileceğim yerdeki duruma göre karar vermeliyim.
Sonra gönderileceğim yer, çünkü El Faşer henüz son durak değil. Sudan'ın başkenti Hartum'dan 400 bin kilometrekarelik neredeyse Fransa büyüklüğünde olan Darfur Eyaletinin merkez vilayeti El Faşer'e geldim. Buradan da bir başka ile gönderileceğim. Oradan da belki bir ilçeye. Belki de hiçbir şeyin olmadığı bir Mülteci Kampı civarındaki BM yerleşkesine. Bilinmezliklerin getirdiği korku yok, sadece merak var. Bilinmezliklerin yaşantılarıma dönüştüğü ilginç bir süreç bu.

Super Kamp'ta büyük bir kafetarya var. Omlet menüsü 5 paund yani 1 dolar. Kahvaltı için ideal. Yanına 2 paund'a da çay aldım mı değmeyin keyfime. Öğle yemeği 15 paund yani 3 dolar. Super Kamp çok büyük bir üniversite kampüsünü andırıyor. İçinde de çeşitli birimlere ait ayrı kamplar var. Bazı yerleri küçük bir Amerikan kasabası gibi. Zaten dolarla alışveriş yapılan ve dünyanın globelleşmiş tarafının çeşitli nimetlerini bulabileceğiniz küçük bir marketi bile var. Yani El Faşer'in karmaşasından uzakta steril bir yaşam. Bu steril yaşamı anmak için o marketten üzerinde “I was in Darfour” tarzı şeyler yazan tişörtlerden almayı düşünüyorum dönerken. Ama şimdi dönmekten bahsetmek için erken. Bilinmezliklerin yaşantıya evrildiği değirmende eğrilmeye devam. Yaşamın kendisi de bu değil mi zaten?

sensizlikte

  geleceğin en karanlık olduğu bir yerde bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm bir dalganın denize vurması gibi yüz...