16 Ekim 2011

Şikago John Hancock Observatory

John Hancock Binasının 94. katından Şikago’nun gece manzarasını seyrediyorum. Gözlem katının kafesinde çayımı içiyorum. Muhteşem, büyüleyici ve ilham verici bir manzara. Nefes kesen bir manzara.

Mişigın gölünün kenarında uzanıp giden bir ışık tarlası. Cıvıl cıvıl ve hayat dolu. Buradan herşey küçük görünüyor. Bir kumsalda kum tanesi olduğunu daha iyi anlıyorsun. Dünyada binlerce şehirde sürüp giden kendince büyük yaşantıların küçüklüğünü anlıyorsun.

Kimileri Şikago’ya bir turist olarak gelmeyi ya da böyle dünya şehirlerinde bulunmayı bir tüketim biçimi olarak yapıyor. Onlara kızamam bu onların tercihi. Ben Şikago’ya gittim demek için. Ben marka bir mağazadan alışveriş yaptım demek için alınan ürünler gibi.

Ben de tüketiyorum elbette, burada bir turist olarak dolaşıyorum. Ama bunu hep bir edinim olarak yapıyorum. Şikago’nun ışıklarını İstanbul’un kendi büyük yaşamında kaybolduğum zaman hatırlamak için. Pittsburgh’un da ışıklarını hatırlayacağım. Detroit’i Kanada’ya bağlayan Ambassador Köprüsü’nün ışıklarını da. Detroit’in önünden ağır ağır akıp giden buz parçalarını da.
Başka ülkelerde başka insanlar görmek, başka dilleri duymak, dönüp, dünyada bir kum tanesi olduğunu hiç unutmamak önemli.


O yüzden Atlantik Okyanusunda bir kumsalda otururmuş gibi John Honkok binasının 94. katında oturuyorum. Ve trenler beni Santa Monica’da Pasifik Okyonusu ile buluşturduğunda aynı küçük adımlarla yürüyeceğim.

Yaşam, Mişıgın Gölünün kenarında yanan bu ışık kütlesi gibi, hiç gitmediğimiz yerler gibi, hiç öğrenmediğimiz diller, hiç binmediğimiz uzun tren yolculukları gibi.




Gökdelenlerin insan tabiatına aykırı olduğunu düşünürdüm. İnsan tabiatı daha yükseğini daha iyisini istiyor. Yükseklerde kaybolmadığı aşağıya bakıp küçük olduğunu gördüğü sürece sorun yok.

Rusça öğrenip St. Petersburg’u gezmek istiyorum. Sibirya Ekspresine binmek istiyorum. Farsça öğrenip kadim şehirlerin insanlarıyla aynı sokaklarda yürümek istiyorum. Ve İstanbul’u hep Türkçe bir şiir tadında yaşamak istiyorum.

Bugün yorulmuştum. Yolda olmaktan her gün yürümekten, iklim ve saat değişikliklerinden. Ama bu gece Şikago’nun parlak ışıkları yolumu aydınlattı. Çünkü şimdi tekrar anlıyorum yolda olmak güzel. Tekdüze bir yaşam döngüsüne döndüğümde ışıkları gördüm diyeceğim. Neticede dünyanın her yerinde insanlar aynı kaygılar arasında boğuluyor, bense yeni şeyler öğrenmenin kaygısıyla yaşamalıyım. Yeni bir dil? En azından yeni bir cümle, yeni bir kelime, yeni bir anlam.

Bir tüketim biçimi olarak değil, bir arayış biçimi olarak gezmek, çok okuyanın kelimeleri kadar yollar geçmemiz lazım. Bir şehirden bir kitabı bitirir gibi ayrılmak, yeni bir şehre yeni bir kitaba başlar gibi girmek lazım. Okyanus kenarında uzanan kumsalları, tren penceresinde kaybolan coğrafyayı ve Şikago’nun gece ışıklarını altını çizerek okumak lazım.

Hemen yanımda orta yaşlı bir kadın 5-6 yaşlarındaki kızına Rusça bir kitap okuyor. Belki de Şikago hakkında bir kitap. Küçük kız çocuğu, kulağı annesinde gözleri şaşkınca şehrin manzarasında. Bazen kafasını kaldırıp çocukça soru soruyor. Kadının daha bu yaşta iken çocuğunu böyle beslemesi ve çocuğunsa sessizce bu deneyimin ciddiyetinde şehri seyretmesi olağan olmayan bir yaklaşım.

Yarın günü birlik kuzeydeki Milwaukee’ye gideceğim. Sonraki gün Şikago’dan ayrılıp güneye doğru St. Louis’e. Artık şehrin 94. katından eksi birinci katına, kırmızı metro hattına inmeliyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

sensizlikte

  geleceğin en karanlık olduğu bir yerde bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm bir dalganın denize vurması gibi yüz...