09 Ekim 2005

Yaşam ve Motosiklet > Yollar > İstanbul-Trabzon



Motosiklet sahibi olmak beraberinde doğrudan ‘motorcu’ olmayı getirmiyor. Motor aldıktan sonra öğrendiğim ilk şey bu oldu. Motorumun üzerine ilk bindiğimde, ne farklı bir yaşam tarzım vardı ne de değişen bir şey. Neticede motosiklet sadece bir makine ve bu makineye anlam yükleyecek olan ve bu makineyle yaşamıma değişiklikler katacak olan yine bendim.
Motorcu olmak elbette herkesin içini farklı bir şekilde doldurma özgürlüğüne sahip olduğu bir kalıp. Bunu kimisi serseri olmaya eş tutar, kimi bu kalıbı ben hepinizden farklıyım demek için kullanabilir, kimi bir başka şey için. Benim için motorcu olmak, yaşamın farkında olmakla ilgili bir şey ki insan iki tekerin üzerindeyken daha iyi kavrıyor yaşamı. Yaşam korunaklı ortamlarda kolaylıkla kavranacak bir şey değil çünkü. Bu bakımdan benim için motorcu, yaşama dair arayışlar içinde olan ve arayışlarını motoruyla aldığı yollarda da devam ettiren birisidir.
Motorcu olmak elbette ki sadece bir motosiklet almak değildir, onu aldıktan sonra içinin heyecanla dolmasıdır. Yollarda seninle aynı yola çıkmış iki tekerci gördüğünde sosyal yaşamda var olan acaba o da selam verir mi çekincesine hiç kapılmadan sevinçle selam vermek, haritayı bir çocuğun yeni alınmış oyuncağını incelemesi gibi dikkatle ve mutlulukla incelemektir. Durduğun yerlerde insanların nereden geliyorsun nereye gidiyorsun sorularına alışmak ve tüm bu insanlarla araya hiçbir sınır koymadan konuşabilmektir. Sapanca Gölü’nün kenarında “Burada Balık Tutulmaz- Jandarma İhbar 156” tabelasının hemen dibinde kendi yaptıkları oltalarla balık tutan çocukların soru yağmuruna tutulmaktır. Çocukların her birinin tek tek kaskı dizliği eldiveni denemesine sevgiyle izin vermektir. Yola çıkınca artık bir yerde bir günden fazla duramamaktır motorcu olmak, sabahları erkenden yola çıkıp bilmediğin bir yerde kahvaltı yapmaktır. Sabah soğukluğu içerisinde işte o bilmediğin yerde tepelere ve ovaya bakıp sıcak çayını içmek ve uzanıp giden yolda yaşamı hissetmektir.



Motorcu yola çıkmak için bahaneler bulur, benim ilk uzun yol bahanem Bursa’da bir arkadaşı görmekti. Uludağ’a çıktık, Kozahan’da çay içtik. Bursa yolunun en güzel yolu feribot, yolu tam yarılayınca denizde dinleniyorsun hem de feribota hiç beklemeden biniyorsun. Ama esas uzun yolculuğum Trabzon olacaktı.
Yola çıktığımda düşüncem Ankara’ya arkadaşlara uğramak sonra İstanbul’a geri gelip Trabzon’a uçakla gitmekti ancak Ankara’ya motorla gittiğimde geri dönmek anlamsızlaştı. Yola çıkmış olmanın verdiği güçle Trabzon’a motorla gidebileceğime kani oldum. Cumartesi sabah, yani yolculuğun ikinci günü motoru Dışkapı’da servise götürdüm, yağı değişti temizlendi zinciri yağlandı. ( Ankara’da servise gidecekseniz Dışkapı’da Baydar Ticaret 03123101649 var, satış kısmını bilemem ama servisteki usta işini severek yapan birisi, muhabbeti de iyi; Mustafa Öğretir 05364949594 ) Ankara’da yapılacaklar listemi akşama tamamlayıp ertesi sabah yola çıktım.
Yol boyunca gördüğüm en kötü yol Elmadağ geçişiydi, yol zemini oldukça bozuk ve virajlar o zemin için hiç de uygun değildi. Ankara Çorum arası haritada göründüğünden uzunmuş ama yine de Çorum’a kadar hiç durmadım. Planıma göre ki bu plan da diğer planlar gibi son anda oluşmuştu, öğlen yemeğini Çorum’da yiyip akşama Samsun’a varacaktım.
Yolda en güzel şey çevrende değişen bitki örtüsü, coğrafi yapılanma. İçanadolunun içinde de farklılıklar var aslında. Kimi yerde dümdüz uzanan ovanın ortasında s’ler çizen küçük bir su ve çevresindeki o hep aynı olan içanadolunun vazgeçilmezi kavaklar, kimi yerde tepeler sonra yine tepeler. Sonra küçük köyler, küçük köylerin kırmızı kiremitleri arasında bir minare ve yeşillik – orası köy meydanı- bu yerlerin isimlerini gösterir tabelaları geçmek, hoş geldiniz diyen tabelalar kimi zaman. Hoş Bulduk. İçimden hep hoş bulduk demeyi ihmal etmedim bu tabelalara.
Samsun’a daha varmadan Merzifon’u geçince anladım Karadeniz’e yol aldığımı. Büyüyen ve hatları keskinleşen dağlar, son uç noktasına kadar sımsıkı bir yeşillik ve sürekli dağlara saygıyla kıvrılan sonra yine kıvrılan yollar. Giderek daha belirgin hale gelen deniz kokusu.
Samsun’da bir gece kaldım, bir arkadaşım senelik iznini kullanmak için memleketindeydi, onun evinde. Karadenizin insanında olan o enerji ve sıcaklık arkadaşın annesinde de vardı, önce motorla gelmeme şaştı sonra yöresel bir yemek hazırladı. Ayranımız buz gibi ve yemekler alınan yolların bir ödülü gibi. TRT2’de tekrarı verilen Sezen Aksu konseriyle beraber balkondan gözüken dağlara gece indi ve çaylar içildi. Yarın yola çıkılacak erkenden denilip erken yatma izni alındı.
Samsun Trabzon arasındaki yol belli bir standartta değil. Karadeniz Otoyolu projesi çalışmaları var. Bu kimi yerde bölünmüş üçer şeritli, dönemeçlerin geniş açılı olduğu bir yol demek kimi yerde tamamlanmamış tüneller nedeniyle dağlardan kıvrılan iki şeritli bir yol, kimi yerde yol çalışması nedeniyle büyük araçların bile zorlukla ilerlediği birkaç kilometrelik mıcırlı yollar demek. Tek sorun bu yollar arasındaki geçişlerin ani olması üç şeritli tek yön yolda ilerlerken birdenbire ileride yolun mıcır olduğunu fark ediyorsunuz her ne kadar uyarı işaretleri olsa da akan trafik nedeniyle farkına varmak her zaman mümkün olmuyor. Bunun haricinde Türkiye’nin her yerinde gördüğüm ayrılmış yol çalışmalarının güvenli sürüş için ne kadar önemli olduğunu bu yolculuğumda anladım. Çift şerit gidiş geliş yollar yurtdışı plakalı araçlarla dolmuş durumdaydı ve sabırsızca yapılan sollamalar gerçek bir sıkıntı oluşturuyordu. Bu yolculuğumda yollarda yabancı plakalı araç sayasındaki fazlalık da dikkatimi çekti. İnsanların memleketini görmek için o vaktini, maddi imkânını çok farklı şekillerde değerlendirebilecekken yazın sıcaklığına rağmen binlerce kilometrelik yolu konvoylar oluşturacak kadar büyük bir çoğunluk şeklinde yapıyor olması gerçekten güzel.



Ünye’ye kadar durmadım. Ünye’de Çakı Tepe var ( Çakır Tepe de olabilir ) Ünye’nin Çamlıca Tepesi diyebiliriz. Ünye’nin girişine gelince yani Ünye’nin Batı tarafında yavaşlayıp yan yola geçmek sonra tabelasını görünce yukarıya doğru çıkmak lazım. Muhteşem bir Karadeniz manzarası. Çay 40 kuruş, tuvalet temiz ve ücretsiz. Çayı içerken anneye telefon açmalı, ben iyiyim raporu verilmeli. Ünye’den Fatsa Yalıköy’e devam.
Yalıköy benim köyüm. Hayatımda yalnızca birkaç kere gittiğim ama buna rağmen ölen babamın köy kahvesinde ismini söylediğimde herkesin beni tanıdığı birkaç akrabanın evini açtığı bir yer. Demek ki burası benim memleketim işte, burada yabancı değilim.
Yalıköy Karadeniz Yolu üzerindeki bütün o irili ufaklı yerler gibi. Dağla deniz arasında var olan insanların hikâyesi. Yalıköy’ü ve Karadeniz’i sevmemin sebebi insanların dağlara ve denize karşı verilen mücadelede kazandıkları yaşama enerjisi, sıcaklığı. Tabi doğanın artıları da var, Türkiye’de çok az köyde olan şeyler. Köyün ufak bir limanı, kumlu bir plajı var. Köyün kızlarını bikiniyle plajda güneşlenirken görürseniz şaşırmayın. Fazla dikkatli bakışlar da atmayın. Neticede burası bir köy. Köyümü sevdim. Ama kızlarını sevecek kadar vaktim olmadı. İçilen çay ve zorla kaşık kaşık yenilen pekmezin ardından yola çıktım. Giresun’a kadar durmadım. Giresun’da çalışan bir arkadaşla meydanda bir şeyler içtim. Neredeyse Trabzon’a varacağımdan rahat bir nefes aldım. Arkadaş da verdi gazı buradan Trabzon yakın diye. Ben de haritaya bakmadan çıktım yola, oysa hesaba katmadığım yol çalışmaları ve yolun uzunluğu baya bir yorucu oldu. Giresun Trabzon arasında daha yoğun bir yol çalışması vardı. Trabzon’a vardım.
Trabzon’a vardım.
Kardeşim Katü’de okuyor ( Karadeniz Teknik Üniversitesi ) ve varınca Katü C Kapısından onu aradığımda içeride olduğunu söyledi ve kapıdaki görevliyle içeri girmek için konuştuğumda neredeyse akraba çıkacaktık. Kapı açıldı içeri girdim.
Katü Türkiye’deki çok az sayıdaki teknik üniversiteden biri ve yine merkez fakülte ve yapılanmalarının çoğunu ana yerleşkede toplayan nadir üniversitelerden. 50 yıldan fazla bir geçmişi dolayısıyla oturmuş bir sistemi ve kültürü, tüm Karadeniz’e yayılmış meslek yüksekokulları ve gerçekten çok büyük ve modern bir üniversite hastanesi var. Üniversite Türkiye’de içerisinde Tıp Fakültesi barındıran tek teknik Üniversite ve araştırma hastanesi bölge için oldukça büyük bir kazanç.
Eğer aynı Üniversite daha merkezi bir şehirde olsaydı puanlarına yetişilemeyecek bir numaraya oynayacak bir üniversite olurdu ama kanımca puanlarının İstanbul ve Ankara’daki teknik üniversitelerden düşük olmasının anlamı yok, sonuçta Öss dediğin nedir ki kardeşim.
İçerisindeki orman fakültesi ve Karadeniz’in doğası birleşince o kadar muhteşem bir yeşillik oluşmuş ki Katü’de insan kendini kaptırıveriyor. Neticede Türkiye’nin böyle altyapılı kaliteli bir Üniversite’ye Doğu Karadeniz sahilinde sahip olmasından oldukça mutlu oldum.
Trabzon en çok kaldığım yer oldu doğal olarak. İki gün kaldım. İlk gün üniversiteyi ve şehri gezdim, ikinci gün Sümela Manastırına gittim ve akşama Boz Tepe’ye çıktım.
Sümela Manastırı gerçekten görülmesi gereken bir yer. Bize “ orada bir köy var uzakta/ gitmesek de görmesek de” diye bir şarkı öğretmişlerdi ilkokulda, belki bu yüzden çoğumuz gidip görmedik ama aslında gidip görmeliydi. Gelibolu yolundaki bir dinlenme tesisinde İpsala’ya nasıl gideceklerini haritada tarif ettiğim karavanlı İtalyanlara nereleri gezdiniz diye sorduğumda İtalyanların Ürgüp-Göreme’yi şurayı ve de burayı diye gitmediğim yerleri söylemesi can sıkıcı bir durum. İnsan nasılsa bu memleket benim ne zaman istesem görürüm düşüncesiyle ihmal ediyor ama işte gidilip görülmeli. Coğrafya derslerinde dağların ismini ezberlemekle olmuyor ülke sevgisi. Demek ki motorcu olmanın yanında bonus olarak ülke sevgisi bedava geliyor bunu görmüş oldum. Şaka bir tarafa motorla yapılan yolculuklar coğrafyanın bilincini veriyor, insan ülkesinin toprağını tanıyor ve bu bilinç bu tanıyış onu sevmenin ilk adımı, uzaktan orada bir köy var uzakta demekle olmuyor.
Sümela Manastırı’na Maçka içinden geçilerek çıkılıyor. Su, kâğıt mendil gibi bir ihtiyacınız varsa Maçka’da beş dakika durup alın. Sonra dünyanın en yeşil dünyanın en muhteşem, dünyanın en iyi ki buraya gelmişim dedirten, dünyanın en dağlarla dost yolundan Sümela’ya çıkın. Bu öyle bir yol; dağların arasından temiz ama yer yer tek şeride düşen bir asfaltın gürül gürül akan bir suyla kıvrıla kıvrıla kaybolduğu bir yol.
Sümela Parkına araç girişi motorla 3 Ytl, yanılmıyorsam normal araçların yarı fiyatı yani burada protesto edilecek bir durum yok. Araç girişinden biraz sonra bir lokantanın olduğu ve büyük araçların park ettiği bir alan var, eğer dar ve uzun bir patikadan uzunca yürümek istemiyorsanız yol devam ediyor, en yukarıya kadar çıkabilirsiniz. En yukarıya çıktığımda bir başka ikitekercinin çıkılabilecek en son noktaya park ettiğini görünce biraz bozuldum ama Trabzon’da ki artçım kardeşime çaktırmadan ben de tam yanına koydum. İkitekerci arkadaş bu dağın başında kim ne yapsın kaskı eldiveni diye korumalarını motor üstünde bıraktığı da gözümden kaçmadı, şöyle göz ucuyla baktım ama pek işe yarar bir şey göremedim. Müze girişi öğrenci iki ytl -evet ben de hala öğrenci kartı var-
Sümela gerçekten insanın inanmakta güçlük çektiği bir yapı. Şu an için birçok kısmı restore çalışmaları nedeniyle kapalı ancak sadece dışarıdan görmek için gidilmeli. Dağların yeşilinde kaybolmak bile yeter.



O girişte büyük araçların durduğu yerde bir restoran var demiştim dönüşte orada gürül gürül su gürültüsü eşliğinde taze balık yiyebilirsiniz. Fiyatları normal düzeyde, iki kişi balık, pilav, salata, içecek, sonra üstüne bir çay 20 ytl tutmadı. Sonra atın boşa Maçka’dasınız, şaka tabi ki ikitekerden aforoz edileceğimi biliyorum boşta o dağlardan inince, hatta ilk dönemeçte uçmak da olası. Ben dayanamadım ayaklarımı o dağdan inen suya soktum. Ne de olsa binden fazla km yapmışım hakkım deyip, evet su gerçekten soğuk.
Sabah Trabzon’dan ayrılıyorum erkenden. Zincirin yağı, yağ seviyesi sonra kardeşimin evinin dibindeki daha doğrusu havalimanı girişindeki benzinciden benzinin doldurulması. Kardeşimle benzinlikte çay içiyoruz ve uğurluyor beni. Yolum açık olsun.
Yolda müzikler dinliyorum. Beni benden alan müzikler. İyi ki almışım mpx200 ümü diyorum. Ankara’da çok sevdiğim bir arkadaş yüklemişti müzikleri zaten. Rasgele çok güzel şarkılar çıkıyor rasgele çıkılmış bu yolculukta. Karadeniz’i sağıma aldım bu sefer ve şarkılar dinlerken bir kamyonun arkasında kalmış olmak bu keskin dönemeçlerde çok da sorun değil. Yeşilin ve denizin içime sinmesi için daha iyi.
Giresun’da bir arkadaşımla kahvaltı yapıyorum.
Yalıköy’de tekrar duruyorum. Tekrar pekmez yiyorum. Karadeniz’in dalgasında biraz yüzüyorum. Karadeniz boyunca plajlar var, belki Akdeniz sahillerindekiler gibi ihtişamlı değiller ama güzeller. Birkaç kulaç atamalı en azından.
Akşam oluyor Samsun’dayım. Daha önce rezervasyon yaptığım bir yerde kalacağım. Bu kadar uzun bir motor yolculuğunda ilk defa yalnız kalacağım. Gidilen her yerde bir tanıdık oluyor çünkü. Yanlız yollarda yalnız oluyorum. Samsun yazın güzel bir akşamını yaşıyor. Yemek yiyorum. Odamdan Samsun’a bakıp yatıyorum. Yarın bir solukta İstanbul yapılacak. İznin bitmesine iki gün var ve Gelibolu’nda amcamı da görmeliyim. Saroz Güneyli Köyü Orkide Sitesi’nde orkidelerle dolu bahçesinde oturup konuşmalıyız.
Samsun’dan erkenden çıkıyorum. Hava durumu Bolu ve Kastamonu için yağışlı diyor. Ben Merzifon’dan sağa dönüp Kastamonu’nun güneyinden Gerede’ye çıkacağım, artık küçük yolların hakkını sonuna kadar verdiğimden Gerede’den otoyola çıkacağım. Hava hafiften soğuk. Merzifon’dan sonra Gümüşhacıköy var. Gümüşhacıköy tabelasından sonra şimdi ismini hatırlamadığım ilk dinlenme tesisinde duruyorum. Güzel bir yer ve açık büfe kahvaltı 7,5 Ytl. Sanırım buna çay dahil değil ama bana büyük bardakta geliyor çay ve o da sınırsız.
Bulutlar her haliyle biraz ileride yağmur var der gibi duruyor. Bulutlar dağlara yaslanmış ovaları koyu renklerin hüznüne çeviriyorlar ve ben YBR’min tek bagajı olan sırt çantasının içinde olmayan malzemeler yüzünden hiç durmadan gidiyorum. Tosya’ya yakın bir yerde yağmur çiseliyor terkedilmiş gibi duran bir dinlenme tesisinde duruyorum bulutların koyuluğundan ve yaz ortasındaki karanlıktan ve havanın iyice soğumuş olmasından sağanak bekliyorum çünkü. Yaşlı bir teyze oğlum merak etme yaz yağmuru diyor bunlar çiseler sadece ben de çayımı içip çıkıyorum. Ilgaz yakınından benzin almam ve o terkedilmiş gibi duran dinlenme tesisindeki beş dakikayı saymazsak Gümüşhacıköy’den Bolu Dağı İsmail’in Yeri’ne kadar hiç durmadan gidiyorum. Helal olsun motorcuğum hiç sorun çıkarmıyor.
Yolculuğumda ikinci kez Bolu Dağı’nın Batı tarafındaki İsmail’in yerinde duruyorum. Menünün yarısını sipariş ediyorum. Yan masaya sığmayıp masamı kabaca işgal edenleri ( gardeşim iki dakka oturcaz ne var bunda ) nazikçe başka masaya alıyorlar ve ülkemizde bekar erkeklerin alınmayarak potansiyel sapık sayıldığı aile kısmı yanlışlığına düşmüyorlar. Ben tek kişiyim onlar 7-8 kişi ama yine de bana şuraya geçer misiniz buraya geçer misiniz demiyorlar onlara biraz bekleyin size masa ayarlayacağız diyorlar sadece gerçekten takdir ettim.
Yolculuğumun bir kilometresinde bile maalesef ikitekerli bir hanımefendiyle karşılaşmadım, onunla yüzlerce kilometre gidip sonra ayrılmamız bir yana dursun. Olsaydı ona YBR ile yetişebilir miydim ya da o ybryi bekler miydi bilemiyorum. Ama her şeye rağmen eğer hiçbir zaman olmamış 'o' olsaydı bu yolculuk anlatılamayacak kadar güzel olurdu. Yine de anlatılamayacak kadar güzel şeyler vardı, bir arabanın penceresinden asla göremeyeceğim: Dağlara yaslanmış koyu bulutları üstümde hissederken aşağıda akıp giden Kızılırmak, Kızılırmak’ın yaşamın renklerine boyadığı ova ve o koyu renkler içerisinde beliren hüznümle hiç bitmesini istemediğim yol gibi.

yunus erdem öre, temmuz iki bin beş, istanbul


Eğer bu yazı ilginizi çektiyse bu yazılar da ilginizi çekebilir:


Yaşam ve Motosiklet > Giriş
Kaza Yapalı

1 yorum:

sensizlikte

  geleceğin en karanlık olduğu bir yerde bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm bir dalganın denize vurması gibi yüz...