22 Kasım 2005

Fasulyeden Katıldığım Oyunlar ve Motosiklet Kazası


Bundan bir küsur ay önce on bin kilometreyi yeni yeni devirmiş bir motorcuydum. Motor her geçen gün daha çok hayatıma giriyor işe onunla gidip geliyor canım sıkıldığında alıp motoru uzun süre eve dönmüyordum. Hiç kullanmadığım hafta dört yüz kilometreyi buluyordu tripmetre. Motor yavaş yavaş hep yalnız başıma takıldığım hayatta beni daha çok insana da götürüyordu. Sanki eskisi gibi kendi halinde yabancı dil falan çalışan, koşan, bilgisayarda bir şeyler yapan birisi değildim.

Bundan bir küsur ay önce televizyonlarda Moto-Gp reklamı çıktığında çok heyecanlanmıştım. Reklamda oyuncuların sağ elleriyle havada gaz vermelerinde kendimi görüyordum, evet ben de böyle ara sıra sağ elimle hınn hınn diyerek gaz veriyordum. Hatta bir keresinde arabalı vapura binip diğer motorcuların arasına park ettiğimde motor kapalıyken yapmıştım böyle sağ elimi kıvırıp hınn hınn diyerek farkında olmadan, bana bakmışlardı gülümseyerek. Reklamda oyuncuların yüz ifadeleriyle de diğer şeylere hadi canım bakışı oluşturmaları diğer şeyleri boş veren bakışları bu reklamı oldukça benimsememi sağladı. İnternetten indirmiştim ara sıra izliyordum.

Bu reklam olmasaydı da Moto-Gp’ye gidecektim elbet. Bir arkadaşla beraber gitmeyi kararlaştırdık. Bir hafta öncesinden açık alan biletlerini aldım. O gün kullanacağımız çantanın ön gözüne koydum biletleri. Weather.com’dan hava durumunu da kontrol ettim. Güneşliydi İstanbul, pastırma yazı vardı.

Sanırım, çoğun iyimser olmak istediğimden belki, bir şeye hemen çok değer veriyorum. Oysa bu kadar yoğun yaklaşmaya gerek yok her şeye. Motora ne kadar değer verirsem anlamıyor zaten. Köpekten daha sadık bir şekilde duruyor parkta. Ama insanlarla bir motorla kurduğun bağ gibi olmuyor, bir bağ kurmak çok zor hatta.

İşe gidip geldim. Akşamları tek başıma boğaz kenarında bir yerlere gidip çay içtim. Moto-Gp’nin bir hafta öncesinde cumartesiydi sanırım çok sıkılıp ve yalnız hissedip Ceneviz Kalesi’ne gidip çimlerde sırt üstü uzandım. Karadeniz’i seyrettim. Daha yakından seyretmek isteyip Anadolu Fenerine kadar gittim ağaçlıklı dönemeçli yollardan. Yalnızdım ama en azından motora binebilmek vardı, binebilmek ve gidebilmek Karadeniz’i seyredebilmek yalnız başıma. Yoruldum eve döndüm. Yattım uyudum.

Arkadaş Cumartesi sabah bir okulda ehliyet sınavına gireceğinden Google Earth’ten, belediyenin haritasından ve o civarda birilerinden okula nasıl ulaşacağım hakkında net bilgiler aldım, motorda giderken tabelalara bakmaktan daha önce bir kaza yapmıştım çünkü refüje çarparak. Cuma akşamı Kadıköy’de buluşup sınavın yapılacağı okula gittik, tabi ki motorla. Dönüşte Bağdat Caddesinden geri dönerken bir yere oturup bir şeyler içelim istedik bir yer doluydu sonra ben başka bir yere de oturmak istemedim kendimi bulunduğum yere ait hissetmedim nedense ve arkadaşı bıraktıktan sonra şimdi burada yazmak istemediğim birçok düşüncenin ağırlığında kendimi yorgun hissettim, hafta sonu Moto-Gp’ye bile gidesim gelmedi. Yine yatağıma uzanıp duvarı izlemek istedim. Hafta sonu belki Simcity Rush Hour’daki giderek büyüyen şehrimi yönetmek. Ama yine de çıkıp sabah tam vaktinde motoruma bindim, oyunbozanlık yapmak istemedim fasulyeden katıldığım oyunlarda.

Sabah evden çıktığımda herhangi bir gündü. Aynı sitede oturduğum amcamlara gidip yengemden hiç oturamayacağım iki tane küçük minder istedim. Minderler arkamdaki arkadaşın kaputa çarptığında sırtını koruyacaktı belki ama onları serip güneşin keyfini falan çıkartacak değildik, bilmiyordum. On gün boyunca oturamayacağımı da bilmiyordum zaten. Minderleri çantaya koydum. Herhangi bir gündü işte. Üstelik güneşliydi. Her zamanki gibi montumu giydim. Kaskımı, dizliklerimi, kış için yeni aldığım eldivenlerimi daytona botlarımı giydim. Kadıköy’e gittim. Ben oruçluydum ama arkadaş değildi. Onun için Beyaz Fırın’dan sandviç aldım. Beni aradı tam o sırada. Geliyorum dedim daha beş dakikam var. Ne kadar dağınık olsam da bir yerde vaktinde olmak gerektiğine kaniyim özel bir çaba sarfettiğim bile olur zamanında varan prensipleri olan insan olmak için. Sandviçleri de çantaya koydum. Söylediği yerde buluştuk. Sınav yerine gittik E-5’ten. Küçükyalı sapağından çıktık. Sınavın olduğu okulun bahçesinde onu beklerken gittim gazeteler aldım. Sınavdan çıkınca gazeteleri de çantaya koydum.

Sonra.

Sonra E-5’e tekrar girip devam etmek yerine eczaneden bir ilaç almamız gerektiği için minibüs yoluna indik. Minibüs yolundan devam ederken bir eczanede durduk orada aradığımız ilaç yokmuş, bir sonrakinde bulduk. Giderken sağda büyükçe bir market gördük. İçeri girdik. Kasklar elimizde marketin içinde dolaşırken aslında mutlu olmalıyım diye düşündüm, kendimi oyunlara fasulyeden katılmış birinin kırılganlığında hissetmemeliyim diye düşündüm. Su aldık. Suyu çantaya koyduk. Ona da kulak tıkacı verdim. Kulak tıkacını nasıl takacağını gösterdim, elinde yassılaştırdı. Kasklarımızı giydik. Arkadaş çantayı giydi önden tık diye kendi başına kilitleyebildi en sonunda. Sağ elimle biraz gaz verdim. Mutlu olmalıydım evet. Yola çıktım yüz metre sonraydı sanırım karşı şeritten ara sokağa girmek için dönen arabayı gördüm. Frenlere asılmaktan başka bir çare göremedim. Neticede arkamda biri vardı. Motoru yatırma, gaz verip arabanın önünden kaçma gibi risklere girebilecek durumda değildim. Arabanın önüne doğru frenleri sıkmaya devam ettim onunda aynı şeyi yapmasını umarak neticede ikimizin de hızı 50 km’nin altında gibi bir şey olması lazımdı. Ama araba hiç yavaşlamadı ve ben tam önünde neredeyse durmuş bir hıza düştüğüm halde çarptı. Sonrasını hatırlamıyorum. Yerde çok büyük bir acıyla kıvranıyordum ve ne yazık ki bilincim açıktı. O kadar büyük bir acı duyuyordum ki bilincimin açık olmasından dolayı dehşetli bir acı duyuyordum. İnsanlar etrafımda hemen çember yapmışlardı. Sağ tarafıma doğru yatıyor ve insanların ayakkabılarına bakıp sesler duyuyordum. Kötü bir şeyler olduğu kesindi ve gözlerim bu ayakkabı kalabalığının arasında arkadaşı aradı.

Birden savrulacağını bilemiyor insan. Onun nereye nasıl savrulduğunu da, evet savrulmak doğru kelime olmalı burada, bilmiyordum. Caddede büyük bir acıyla etrafımı çevreleyen ayakkabılara bakarak uzanıyordum ve ona ne olduğunu soracak gücü bile bulamıyordum kendimde.

Başını yere eğdi, nasılsın diye sordu tamamen iyi gibi gözüküyordu, çevreleyen ayakkabıları uzaklaştırdı sanki çünkü biraz hava aldım, belki de iyi olduğunu görmekten. Belimin aşağısından gelen dehşetli acı acaba sakat mı kalacağım sorusunu beraberinde getirdi. Bir adam herkesi aşmaya çalışarak engellemelere rağmen ayağıma uzanmaya çalıştı ayağımı çekmeye çalıştı, herhalde köyünde çıkıkçıydı ondan olacak, birileri onu engelliyordu o birilerine rağmen sorumluluk bilinciyle ayağımı çekmeye çalışıyordu. Biri kafama eğildi bırak şu motoru dedi. Anlayamadım. Tüm gücümü toplayıp bırakmayacağım dedim mi, sesim çıktı mı o kadar net değil. Kimliğimi, cüzdanımı, sigorta kartını verdim arkadaşa. Elinin titrediğini ve paniklediğini hissettim, sakin ol diyemedim, diyecek durumda değildim.

Kaskımı çıkartmaya çalıştılar, beni çevreleyen tüm ayakkabılar sanki teker teker yaklaşıp kaskımı çıkartmaya çalıştı. Kafamda pek bir şey olmadığını anlıyordum ama yine de orada olay yerinde kaskımı çıkartmak istemedim. Zaten caddeye kafamı en son değdiği şekilde uzatmıştım çıkartınca kafamı koymak zorunda kalacaktım. İnsanların ambulansı çağırdınız mı diye birbirine seslendiğini duydum.

Birkaç yüz hatırlıyorum, olay yerine hemen gelen bir Emniyet Amiri’nin yüzünü az çok, bir polis memurunu, birkaç kişiyi daha sonra endişeli bakan bir kadının yüzünü. Sonra anladım endişesinin benden değil yaptığı kazanın sonuçlarından, yaptığı kazanın sonuçlarının nereye varacağını bilememezlikten kaynaklandığını.

Sağlık görevlileri geldiğinde rahatladım, beni o ayağımı çekiştirmeye çalışan adamdan ayakkabılardan, kaskımı çıkartmaya çalışanlardan, duymadığım bir şeyler konuşanlardan kurtardıkları için. İki tarafımdan gelip altımda birleşen sedyeyle hiç oynatmadılar. Pantolonumu kestiler buzlar koydular sonra birden yerden yükseldim döndüm ve gittim ambulansın içine girdim siren çalıştı. Gittik.

Hep sirenlerini duyduğumuz ambulanslardan birinin içindeydim. Tanımadığım sağlık görevlileri bir şeyler yapıyordu, kaskımı çıkarttım. Ambulans çukurlara girince ayağım çok kötü ağrıyordu. Hastanede birileri ayağıma gelip bir şeyler yaptı, uyuşturmaları için yalvardım ama kimse bir şey yapmadı, röntgen ve bilmediğim başka şeyler arasında gidip gelirken sadece tavanı florans lambalarını insanları görüyordum sanki tüm insanlar tavanda yürüyor gibiydi. Olayları farklı ses renk ve şekillerle anlatan aykırı bir film gibiydi, yanıp sönen ışıklar, tavanda yürüyen insanlar, bir uğultu, belirsizlik, yanımda sedyeyi iten birileri.

Femur kırığı olduğunu öğrendik, Kartal devlet Hastanesinde yoğunluk nedeniyle on gün boyunca ameliyat edemeyeceklerini söyleyince tekrar ambulansa koydular tekrar sirenleri açtılar. Üstgeçitlerinin korkuluklarına asılmış Moto Gp pankartlarını görüyordum. Boğaz köprüsünün askılarını gördüm. Akşam trafiğini sirenlerle yararak gidiyorduk benimse gördüklerim arka camın üstündeki açık kalan bir şeritti. Hava çok güzeldi, tıpkı weather.com da söylendiği gibiydi.

Çapa’da ayağım ameliyata kadar kısalmasın ve ağrımasın diye dizkapağımın altından bir çivi gibi bir şey soktular, onun ucuna üç kilo ağırlık bağlayıp sarkıttılar.

En zoru bir yerden bir yere hareket etmek. Bir gün sonra beni acilden polikliniğe alacaklarını söylediklerinde sedyeye nasıl alınacağımı düşündüm hep. O öyle bir ağrı ki, insan tüm varlığıyla olmamasını diliyor. Belki de Nasreddin Hoca eşekten düştüğünde onun da femur kemiği kırılmış bu yüzden eşekten düşen birisini sormuştur.

Ameliyatım Salı günü olacaktı, Cumartesi kazasından sonra dört gün geçmiş oluyordu. Bütün gün ameliyatı bekledim ama ameliyatlar uzun sürdüğünden bana sıra gelmedi. Bütün gün boş yere aç kalmıştım. Zaten pek bir şey yemiyordum. Hastanede yaklaşık altı kilo verdim bu yüzden. Doktor gelip ameliyatımı ertesi gün sabah yapacağını söyledi. Artık ameliyatım olmalıydı, aynı yerde durmak sırtımın aynı noktalarının değmesi yatağa, acı vermeye başlamıştı. Kımıldayamıyordum. Belimi doğrultturuyordum hafif sonra tekrar uzanıyordum.

Arkadaşlarım geldiler ziyarete. Birçok kişi geldi hepsini hatırlamıyorum. Bazen ateşim çıkıyordu, kimin geldiğini seçemiyordum. Gelenler sayesinde sırtımın yatağa yapışmış olduğunu unutuyordum. Vakit geçiyordu. Kendimi iyi hissettim, Akademili olmaktan memnuniyet duydum. Bu kadar çok kişinin benim sağlığımdan ciddi olarak endişe duyması ilk gençliğimi resmi yatılıya vermiş olmamın verdiği keşkeleri anlamsız kıldı. Kazancım daha büyüktü.

Beş dakika öylesine görünenlerden, iki yüzlülükten daha iyisini kazanmıştım resmi yatılının sekiz yılında. Alt kültürden çıksan ne olacak? Dışarısı olsa ne olacak. Bir anda çarpıyor bir araba ve insanları görmeye başlıyorsun, sevenleri, sevmemen gerekenleri.

Kimseyi ziyaretime gelip gelmemesiyle değerlendirecek değilim uzakta da olsa insan anlıyor. Polikinikte yattığım yerden tramvay yolunun kenarındaki ağaçların bir kısmını görüyordum. Yağmur yağmaya başladı güzel havalar bozdu. Benimle aynı koğuşta seksen üç yaşında biri vardı, ona sorular sordum yaşamına dair. Alzeymır hastalığı olmasına rağmen konuşuyordu ve hatırlıyordu yaşamına dair bir şeyler.

Ameliyat odasında biri müzik setinden radyoyu açtı çok güzel müzikler çalıyordu altı yedi kişinin hepsi bir şeylerle ilgileniyor gibiydi, ameliyat elbisemin numarası altmış üçtü ziyaretime gelen müdürüm ben yukarıya çıkarken altmış üçten tavşan yapılır dedi. Ameliyat odasında müziğin çalması sanki birazdan kapıdan Dr Christian Troy ve Dr Sean Mcmara girecekmiş gibi bir etki yaptı bende. Ameliyat odasını çok beğendim ama incelemeye vaktim olmadı. Anestezi uzmanı ağzıma bir şey koklattığında film koptu.


Ameliyattan sonra narkoza kötü tepki verdiğimden iki gün süren sıkıntılarım oldu. Kendime geldikten kısa bir süre sonra kustum ve o kusmanın ardından yaklaşık bir hafta çok zor bir şeyler yiyebildim. Belki bir bardak meyve suyu. Kanımdaki oksijen oranı düştüğünden beni gözlem odasından dışarı çıkarmadılar. Oksijen verdiler. Sonra yoğun bakıma alındım. Her yerime bir şeyler taktıklarından zaten hareket edemiyordum bu sefer kımıldamadan durmak zorunda kaldım. İdrarımı yapamadığımdan o gece zor geçti.

Hastanede sabahları derece diye bağıran biri oluyordu. Sonra dereceleri takıyorduk, dışarıda yağmur yağıyordu genelde, tramvayın sesini duyuyordum, bir binanın çatısı gözüküyordu. Kahvaltı geliyordu, yemiyordum. Doktor geliyordu. Sonra sessizleşiyordu biraz. Belki öğlene doğru ziyaretçim geliyordu.


Eve geldiğimde ilk başlarda sanki biri derece demiş gibi aynı erken saatte kalkmaya başladım. Ramazan bayramı arefesinde geldik eve. Hastaneden çıktığımda koltuk değnekleriyle zor yürüyebiliyor olsam da kendimi iyileşmiş gibi hissettim. Tramvayı gördüm. On gündür penceremden gördüklerimden başkasını görememiştim. Bütün görüntülerini kaybediyor insan. Eve varmak çok güzeldi. Evden aylar boyu ayrı kaldığım oldu, ama bu farklı sabah çıkıp akşam eve dönememek bu. On gün sonra eve geldiğimde mutlulukla dolaştım içinde. Evden hiç çıkmak istemiyorum sanki.

Günler geçiyor, yağmur da yağsa, femurun da kırılsa, kalbin de incinse. Çince çalıştım biraz. Farsça öğrenme isteğime yenik düştüm yine. İnternetten filmler oyunlar müzikler indirmeye başladım tekrar. South Park’ın tüm bölümlerini indiriyorum, Eric Cartman’ı çok seviyorum evet screw you guys i’m going home, benim fasulyeden oyunlarda işim yok. Uzunca yalnız kaldım yine. Sanki o Cuma akşamı Moto Gp’ye gitmeyip evde kendi başıma uzanma isteğime kavuştum, uzandım tavanı seyrettim uzunca. Moto Gp’nin çok sevdiğim reklamını izledim tekrar. Her gün girip bir şeyler paylaştığım ikiteker.org’la arayı açtım içimden gelmedi, motora binmeliyim tekrar, Doğu Anadolu gezi raporumla geri dönerim artık. Requiem For a Dream’i izledim, film müziklerini dinlemeye başladım. Tutunamayanlar gibi. Özellikle Hope Ouverture, Marion Barfs, Lux Aeterna’yı dinliyorum.

Bazen ayağım ağrıyor. Saçımı sakalımı uzatıyorum. Kendime çay yapamıyorum. Bu yüzden eve birisinin gelip yapmasını beklemek zorundayım. Günler geçiyor işte, femurunda kırılsa, yağmur da yağsa geçiyor.

Yürüyebildiğim zaman Eminönü’nden tramvaya binmek hasta yatağımda sadece sesini duyduğum tramvayla dolaşmak istiyorum biraz. Bisiklete binmek istiyorum eskisi gibi bir günde yetmiş kilometre yol alacak değilim ama bir iki tur bisiklete binmek istiyorum. Bir de motora binmek tabi ki. Sağ elimle tekrar gaz vermek. Yalnızlığımı yollarda yenmek yeniden.



Eğer bu yazı ilginizi çektiyse bu yazılar da ilginizi çekebilir:
Motora bağlanıp insana bağlanamamanın şiiri
Haziran'da Bitiyor

4 yorum:

  1. bian evvel iyiles te, gezelim artik erguvan.

    YanıtlaSil
  2. Umarım, ama senin uzun yollarla aran iyi değil biliyorum. Doğu Anadolu turuna katılır mısın mesela?

    YanıtlaSil
  3. Cok gecmis olsun yunus!
    Sitene kazara rastgeldim.
    O kadar a2 aldim, motor almaya geldi is, ama senin yasadiklarini okuyunca motordan soguyor insan.
    Yine de kazaya ragmen motordan uzaklasmamis olman da taktire sayan bir tavir.
    Tekrar cok gecmis olsun

    YanıtlaSil
  4. Kazalar hayatın bir parçası. Motordan soğumadım evet, çünkü hastane aciline yatırıldığımda yolda kaldırımda yürürken araba çarpmış biri vardı yanımda ve durumu benden daha kötüydü. Hayatın ne getireceğini bilemiyorsun. Tüm önlemleri alıp gerisini Allah'a bırakmaktan başka çare yok. Bu kazanın motorculukla ilgili kötü yanı çevremde artan engelleyici tavırlar. Arkamda yolcu olarak binen annem dahi şimdi ikinci YBR alışımla ilgili kararımı endişeyle karşılıyor.
    Hayırlısı.

    YanıtlaSil

sensizlikte

  geleceğin en karanlık olduğu bir yerde bir ateş gibi sarıldığım sensin bir pınardan içer gibi öptüğüm bir dalganın denize vurması gibi yüz...